Geçmiş, bir toplum için çok önemli bir güç kaynağıdır. Bir toplumun geçmişi ne kadar eskiye gidiyorsa olaylara dayanma gücü, felaketlere direnebilme katsayısı o kadar artar. Milletlerin geçmişi onların toprak altındaki kökleri gibidir. Kökleri çok derinlere giden ağaçlar nasıl fırtınalara dayanıklı ise köklü milletlerde kökleri derinlerdeki ağaçlara benzerler. Bu kökler hem milletlerin can damarı olarak onları besler, hem de onları felaketler karşısında ayakta kalabilmelerini sağlar.
Milletlerin geçmişleri onların direnme ve itici gücü, hem de moral kaynaklarıdır. Bu bakımdan bütün milletler kendilerine bir geçmiş hazırlamayı ve o geçmişi yeni nesillerine aktarmaya çalışır. Zaman, zaman yalana dayalı geçmiş uydurmayı bile ihmal etmezler.
Geçmişi tarihin çok eski devirlerine dayanan milletlerin sayısı bir elin parmakları kadar azdır. Türk milleti de bu milletlerin arasındadır. Bilinen tarihimizin yuvarlak olarak beş bin yıl gerilere gittiği bütün tarihçilerin ortak kabulüdür. Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluşu MÖ 209 yılına rastlar. Yani Kara Kuvvetlerimizin kuruluşu tam 2225 sene öncesine dayanmaktadır. Hun İmparatoru Mete (Motun) Han tarafından kurulmuştur. Düzenli kara ordusunun kuruluşu bu kadar eskiye dayanan bir milletin tarihi varlığı ise elbette çok daha eskilere gitmektedir.
Eski milletlerin tarihlerini yazılı metinlere dayandırmaları ve vesikalarla açıklayabilmeleri pek de mümkün olmamaktadır. Ancak milletlerin geçmişleri günümüze destan, masal, hikmet, menkıbe, efsane, atasözü, deyim, folklor ve sanat eserleriyle intikal etmekte, yapılacak inceleme ve yorumlarla günümüze ışık tutmaktadırlar.
Milletimizin yakın tarihindeki üst üste gelen büyük felaketlere dayanma ve yaşamak için gösterdiği direnç işte bu geçmişimizden gelen moral zenginliğimize dayanmaktadır. Şu iki asırda karşılaştığımız felaketlerin bırakınız tümünü, küçük bir kısmı bile çok milletlerin tarihe gömülmesine sebep olabilirdi. Tarihimizdeki 93 harbi ve felaketi, Trablusgarb felaketi, Balkan bozgunu, Birinci dünya harbi ve sonunda imparatorluğumuzun Mondros mütarekesiyle teslim olması bir milletin başına gelebilecek en büyük felaketlerdir. Bu felaketlerin herhangi biri bile bir milleti tarih sahnesinden silebilecek büyüklükte felaketlerdir.
Bizim sözlü olarak çok az kısmı intikal etmiş, o haliyle yazılmış bir Ergenekon destanımız vardır. Çok eski tarihimizde düşmanların saldırısı sonucu büyük bir yenilgi yaşayan atalarımız tamamen kılıçtan geçirilmiştir. Bu felaketten yaralı olarak bir tek tegin (Prens) kurtulmuştur. İşte o tegin bir dişi kurt yardımıyla bir cennet yurda gelir. Ergenekon denilen bu yurtta yeniden türeyerek Türk milleti tarih sahnesine çıkar. Geçit vermeyen dağlar eritilerek tekrar tarih sahnesinde görülen Türkler bir Bozkurt öncülüğünde bütün düşmanlarına baş eğdirmişlerdir. Ziya Gökalp’in “Ergenekon yurdun adı, Börteçine kurdun adı, dört yüz sene durdun hadi, Çık ey yüz bin mızrağımız” diye manzumeleştirdiği sahne tam da bu sahnedir.
Milletimiz, geçmiş tarihinden haberi olmasa da Ergenekon destanındaki bu mucize genlerine geçmiş, milli hafızasına kudret kalemiyle silinmeyecek şekilde nakşedilmiştir. Her şey bitti denildiği zamanda genlerimizdeki o güç harekete geçer, içimizden bir yüce kahraman (Bozkurt) çıkar ve düşmana hak ettiği dersi verir ve Türk milletine tarihteki rolünü oynamasına imkan hazırlar.
İstiklâl Marşımızın büyük şairi şiirini kaleme alırken Ankara Taceddin Dergahının karanlık ve soğuk duvarları arasında kanındaki bu genler harekete geçmiş, “Yırtarım dağları enginlere sığmam, taşarım” diyerek, Ergenekon destanında ifade edilen o geçit vermez yüce dağların bir Bozkurt öncülüğünde eritilerek aşılması sahnesinden aldığı ilhamı dile getirmiştir.
Türk milleti için kefen biçilmiş, mezar kazılmıştır. Artık kadim Türk yurdunun taksimine sıra gelmiş, Sevr antlaşmasıyla bu durum resmileştirilmiştir. Miras paylaşılmıştır. Mübarek vatan topraklarımızın doğusunda bir Ermeni devleti, Doğu ve Güney Doğuda bir Kürt devleti kurulacak, Batı Anadolu Yunanlılara verilecektir. Konya ve Antalya yöresi İtalyanların, Maraş, Antep, Adana ve Hatay Fransızların hissesine düşmüştür. Boğazlar ve İstanbul İngilizlerin olacak, Ankara ve civarında küçük bir toprak da hayat alanımız olarak bize bırakılmış olacaktır. Buna başta padişah ve Halife olmak üzere herkes razıdır.
Ancak atasözlerimizdeki “kırk gün tavuk olmaktansa bir gün horoz olmak” tabiri millet vicdanında makes bulmuş, İstiklâl ve hürriyet aşkı yüreklerde yeniden yeşillenmeye başlamıştır. Millete öncülük yapacak olan Bozkurt 19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıkmış, Amasya’dan “milletin azim ve kararını” harekete geçirmiştir. Bu saatten sonra her şey destanımızdaki gibi gelişmiş, milletimize kefen biçenlerle mezar kazanlar, denize dökülmüş ve yeni Türk devletini bütün dünya Lozan’da selamlamak durumunda kalmıştır.
Yazının ikinci ve ders çıkarılması gereken bölümü inşallah gelecek hafta okuyucularımızla paylaşılacaktır.
Yorum yazarak Bolu Gündem Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Bolu Gündem hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Bolu Gündem editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Bolu Gündem değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Bolu Gündem Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Bolu Gündem hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Bolu Gündem editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Bolu Gündem değil haberi geçen ajanstır.